17 Eylül 2016 Cumartesi

Sovyet Değil Buhara, Lenin Değil Osman Hoca

   Ankara Hükümeti savaşmak için silaha ve paraya ihtiyaç duymaktadır ve bu amaç doğrultusunda 26 Nisan 1920'de Sovyet Rusya'ya bir mektup yazmış ve yardım talebinde bulunulmuştur, daha mektuba cevap gelmesini beklemeden ise Rusya'ya bir heyet gönderilmiştir. Buna karşılık Sovyet Rusya'dan 3 yılda yaklaşık olarak toplam 17 milyon altın alınmıştır. Peki herkesin "Sovyet Yardımı" diye bildiği bu yardımın asıl hikayesi ne?
   Geriye doğru giderek anlatacak olursak hikaye Buhara Emirliği'nin son Emir'i Alim Han'ın Bolşevikler tarafından devrildiği ve Buhara Emirliği yerine Buhara Cumhuriyeti'nin kurulduğu döneme dayanıyor yani 1920 yılına.
   Rus Çarlığı yıkılıp yerine Sovyet Rusya kurulunca Kızıl Ordu Buharayı işgal eder ve emirliğin siyasi statüsüne son verir, son emir olan Alim Han da Afganistan'a kaçar ama kaçarken emirliğin hazinesinden hiçbir şey almaz (Bahsi geçen hazine emirin sonradan anlattıklarına göre
32 çuval padişah sikkesi, sayısını kendinin dahi bilmediği zümrüt ve inciler ve 20 bin adet tüfektir).Bu olayı Özbek yazar Nabican Bakiyev "Enver Paşanın Vasiyeti" adlı kitabında şöyle anlatır.

“Emir Alim Han, Buhara’yı terk ettiğinin ikinci günü Sitare-i Mahı (Saray) Ruslar tarafından işgal edilir. 2 Eylül 1920’de Buhara iç şehri tamamen Bolşevikler tarafından ele geçirilerek kontrol altına, Emirin aile fertleriyle, yakınları gözaltına alınmıştır. Bu arada ihtilalcıların bir kısmı Kuşbeği başta olmak üzere, reisi, kadıyı, saray memurlarıyla, Emirin aile fertlerinin öldürülmesini istemektedirler. 2 Eylül 1920’de Kızılordu askerleri tarafından esir alınıp, sorgulanan Kuşbegi Osman Beg verdiği ifade de şunları söyleyecektir.
“Beni hayrete düşüren o ki, Emir Alimhan hazineden bir tek lira (teng) dahi almamış olmasıdır. Bütün hazine, altın ve gümüş paralar, takılar mahzendeki özel yerlerinde duruyordu. Onları saymak mümkün değildi”.


   Yeni kurulan Buhara Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı olan Osman Hoca (Kocaoğlu) yanında Dışişleri Bakanı Feyzullah Hoca ile birlikte resmi ziyaret amacıyla Moskova'ya Lenin ile görüşmeye gelir. Bu ziyaretin tarihi Türkiye Heyetinin Rusya'yı ziyaretinden bir hafta sonradır ve bu görüşmede Lenin Türkiye'nin bu isteğini Osman Hoca'ya bildirir, Osman Hoca ise yardımı kendilerinin yapabileceğini söyler ve sorumluluğu üstlenir. Yıllar sonra 1972'de Osman Hoca Türkiye'de  Yakın Tarihimiz Dergisi'ne yaptığı açıklamada olayı şöyle anlatır.

“1920 yılında Buhara Cumhuriyeti kurulduktan sonra, ben ilk cumhurbaşkanı olarak, yanıma başvekilimiz rahmetli Feyzullah Hoca’yı alarak Sovyet Rusya büyükleri ve bu arada Lenin ile temasta bulunmak üzere Moskova’ya gitmiştim. Bizden bir müddet önce, temmuz ortalarında Türkiye’den de milli hareketi temsil eden ilk heyetin Bekir Sami Bey’in başkanlığında Moskova’ya gelerek Lenin, Çiçerin ve Karahan ile, bilhassa yardım temini konusunda müzakerelerde bulundukları anlaşılıyordu.
Nitekim, Kremlin Sarayı’nda kendisi ile görüştüğümüz gün Lenin, önem verdiğini hissettirdiği “Türkiye”den söz açarak, bana
“- Ankara’dan bir Türk heyeti geldi. Vaziyetlerini anlatarak acele yardım istedi. Bu hususta sizin fikriniz nedir? “ dedi.
Hiç tereddüt etmeden kendisine:
“- Elbette yardım etmek gerek… ve vakit geçirmeden yapılmalıdır.” deyişim üzerine bu işte zaten kararlı olduklarını, fakat bazı zorluklarla karşılaştıklarını belirten bir ifade ile,
“-Yardım meselesi için bizi düşündüren iki zorluk var.” dedi ve devam etti.
”- Birincisi Türklerin istedikleri altın para bizde pek azdır.” deyince sözünü kestim.
“- Bizde altın para vardır! dedim. Verebiliriz de…”
Lenin memnun olduğunu belirten bir baş eğişiyle devam etti.
“- İkincisi, yol meselesidir. Çünkü Türklere yalnız para değil, her türlü harp malzemesi de vermemiz gerekiyor. Bunları emniyetle Ankara’ya ulaştıracak yol lâzım! Halbuki Kafkaslar’daki durum dolayısıyle yollar kapalıdır. Ne zaman açılabileceği malum değildir.”
Biz, bu hususta ayni kanaat ve fikirde olduğumuzu söyleyerek ilave ettim:
“- Kafkaslar’da kurulan cumhuriyetlerle anlaşmak mümkündür. Bu bölgede Müslümanlar çoğunluktadır. Gürcüler de menfaatleri icabı Müslümanlara yakındır. Ermeniler de keza… Çalışılırsa müşterek bir yol bulmak imkanı vardır.“ dedim.
Ayrıca paranın miktarını tespit etmek icap ediyordu. Bunu mütehassıslar tespit etsinler dedik ve bizim -aynı zamanda Hariciye Nazırı olan- Başvekil Feyzullah Hoca ile Rus mütehassıslardan mürekkep bir heyete havale ettik. Bu heyet uzun müzakereler sonunda yardım miktarını en az yüz milyon altın ruble olarak tesbit etti. Tekrar Lenin’le buluştuk. Lenin bu sefer yaptığımız konuşmada sözü tekrar para konusuna getirerek ne kadar verebileceğimizi sordu.
“- Yüz milyon ruble…” dedim.
Lenin tekrar etti:
“-Yüz milyon mu?”
“-Evet… Derhal verebiliriz!”
Çarlık zamanından kalma altın rublelerimiz çoktu. Buhara hazinesindeki bu paraya Ruslar el sürmezler, dokunmazlardı. Buhara bir Çar emâreti olduğu halde, idari ve mali işlerde müstakildi. Bu sebeple bizde altın belegan mâbelâg (haddinden fazla) çoktu.” 

   Osman Hocanın bizzat yaptığı açıklamaya bakacak olursak Buhara Cumhuriyeti tarafından Türkiye'ye yapılan yardım yüz milyon rubledir ama Türkiye'nin eline ulaşan para ise sadece 17 milyon rubledir. Yani Sovyetler Birliği bu yardımı kendisi yapmadığı gibi Türkiye'ye kendi soydaşları tarafından yapılan yardımın da yaklaşık seksen milyon rublelik kısmını gasp etmiştir. Şuna da belirtmek gerekir ki o altınlar Buhara Emirliğine ondan öncede Buhara Hanlığına ait altınlardı. Bu silsile devam ettirildiğinde görülmektedir ki o altınlar Emir Timur'un hazinesidir.
   Ayrıca Milli Mücadele devam ederken Buhara Cumhuriyetinden bir heyet Ankara'ya gelir ve Timur'a ait üç kılıç ve bir Kuran-ı Kerim'i Mustafa Kemal'e hediye ederler.Bu kılıçlardan birisi Gazi Paşa'nın diğeri Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü'nündür. Üçüncü kılıcın ise herhalde Osmanlı'nın bile yıllarca alamadığı İzmir'i Timur'un altı saatte fethetmesinden olacak İzmir'i kurtaran komutana verilmesini istemişlerdir ve bu kılıçta 9 Eylül sabahı İzmir'e girip Hükümet Konağına Türk bayrağını asan Yüzbaşı Şerafettin Bey'e verilmiştir. 
   
     YİNE İNÖNÜ YİNE UTANÇ

Buhara Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Osman Hoca ülkesi Sovyet işgaline uğrayınca 1923 yılında Türkiye’ye sığınır. Atatürk, Osman Hoca’yı sıcak bir ilgi ile kabul eder. Türk vatandaşlığına geçen Osman Hoca'ya Kocaoğlu soyadı verilir ve milletvekili maaşı bağlanır. Bu maaş Osman Hoca’nın vefatından sonra kesilmez, eşi ölünceye kadar ödenmeye devam eder. Atatürk döneminde, Sovyet Rusya Osman Hoca’nın sınır dışı edilmesi için sürekli baskıda bulunsa da Atatürk buna direnir. Atatürk’ün ölümünden sonra, Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü bu baskılara dayanamaz ve 1939 yılında Osman Hoca’dan 24 saat içerisinde Türkiye’yi terk etmesi istenir. Milli Mücadele’ye yardım etmek üzere, 100 milyon rublelik altını Türkiye’ye nakletmek için seferber olan Buhara Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Osman Hoca 1923’ten beri vatandaşı olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni terk etmek zorunda kalır. Ancak, İkinci Dünya Savasından sonra, 1946’da Türkiye’ye geri dönebilir. 1968’de vefat eden Osman Hoca, Üsküdar Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi’ne defnedilir.





                                             OSMAN HOCA (KOCAOĞLU)
                                      "Ruhu şad mekanı cennet olsun."





12 Haziran 2016 Pazar

Türk Tarihine Bakış

     Çoğumuzda hakim olan bir görüştür Türklerin tarih sahnesinde 16 büyük devlet kurduğu ve tarihin hiç bir aşamasında devletsiz ve başsız kalmadığı. Bu görüş Atsız Hocaya göre ilk bakışta Türk Milleti için bir övünç kaynağı olsa da aslında bir başarısızlıktır. Bu yüzden Atsız Hoca bu görüşü kabul etmez ve der ki aslında Türklerin kurduğu iki devlet vardır. Bu devletler Doğu Türkeli ve Türkiye'de kurulan devletlerdir. Türkler ilk devletlerini Saklar tarafından Orta Asya'da kurmuşlardır daha sonra Orta Asya'da yani anavatan topraklarında kurulan diğer devletler yani Göktürk Hakanlığı, Asya Hun İmparatorluğu gibi devletler bir devlet değil hanedandır. Yani Atsız Hoca der ki aslında devlet tektir Sakalar devleti kurmuştur daha sonra yönetimi Siyenpi hanedanı devralmıştır Siyenpilerden sonra Apar hanedanı yönetime gelmiştir, biz bunlara ayrı devletler olarak bakamayız çünkü bu hanedanların hükmettiği sınırlar, halklar, diller, dinler aynıdır. Aynı şekilde Türkiye toprakları üzerinde kurulan devlette Selçuklu Hanedanının kurduğu Selçuklu Devletidir. Bundan sonra yönetime gelen İlhanlılar, Beylikler ve Osmanlılar sadece hanedandır ve bunları ayrı birer devlet olarak göremeyiz.
     Bu görüş alışık olmadığımız ve daha önce belkide hiç bir yerde duymadığımız bir tez olduğu için kabul görmesi elbette kolay olmayacaktır. Zaten Atsız Hocada bu görüşün tarihçiler tarafından tartışılmasını ister. Hocaya göre zaten bu görüş işin ehli tarihçiler tarafından tartışılınca kabul görecektir. Bu görüşün Türk Milletine bir diğer yararı ise tarih öğrenmenin dahada sistemli bir hale gelmesidir. Başta da belirttiğimiz gibi 16 devlet kurduğumuz tezi bizim için zararlı bir tezdir çünkü 16 devlet kurmak demek kurduğumuz hiç bir devleti yaşatacak yeteneğe sahip olmadığımız anlamına gelmektedir.
     Tek devlet kurup sadece hanedanların değiştiği tezi zaten neredeyse tüm Avrupa devletlerinin kabul ettiği bir tezidir. Bilindiği gibi tek bir İngiliz devleti vardır ve tarih boyunca sadece İngiltere'yi yöneten aileler değişmiştir. Atsız Hoca bu konuda da İngiltere'de yaşanan meşhur Güller Savaşı'nı örnek gösterir. Herkesinde bildiği üzere İngiltere'ye Lancaster hanedanı hükmetmekteydi ve 1455'te 6.Henry'nin hükümdarlığını kabul etmeyen York Hanedanı bu duruma itiraz etti ve bu itiraz neticesinde York ve Lancestar hanedanları arasında 30 yıl süren kanlı bir savaş yaşandı ve savaş sonucunda İngiltere yönetimi Lancaster hanedanından York hanedanına geçti ama devletin ismi değişmedi veya İngiltere yıkılıp yerine yeni bir devlet kurulmadı görüldüğü üzere devlet devam etti sadece hanedan değişti. İşte Avrupa'da böyle iken bizim kendi tarihimizdeki her hanedan değişikliğini ayrı bir devlet olarak göstermemiz milli çıkarlarımızla taban tabana zıt düşer çünkü bu görüş bizim yeteneksiz bir millet olup kurduğumuz hiç bir devleti yaşatamadığımız sonucuna götürür bizleri.
     Atsız Hocaya göre bu 16 devlet masalı da ilk olarak 1969'da TRT'nin hazırladığı Türk Devletleri takvimi ile ortaya atılmıştır ve bu takvime göre halen daha kabul gören 16 devlet ve bu devletlere ait olduğu iddia edilen bayraklar tamamen safsatadan ibarettir.
     Atsız Hoca bu konunun böylece bilinmesini ve ilk öğretimden üniversiteye kadar bu şekilde öğretilmesini ister. Tarihini böyle öğrenen Türk gençlerinin daha bilinçli olacağına inanır ve Milli Eğitim Bakanlığının görevinin her yere okul açmak değil bu okullarda kaliteli eğitim vermek olduğunu hatırlatır. Makalesini ise şu sözlerle bitirir "Nahiyelerde lise, her şehirde yüksek okul açmakla Türkiye kalkınmaz. Kalkınmanın kuvveti önce yürekte doğar. Yürekteki kuvvet millî ülküye bağlılıkla sağlanır. Millî ülküye bağlılık için yurt ve tarih sevgisinin gönüllerde yaşaması lâzımdır. Millî futbol takımlarının listesini ezbere bilip de millî kahramanlardan haberi olmayan nesiller üniversitede, bugün görüldüğü gibi Türk bayrağını indirip yerine kırmızı bez parçasını asan şuursuz serseriler haline gelir."


* Türk Tarihinde Meseleler / Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır
* Türk Tarihinde Meseleler / 16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar

21 Nisan 2016 Perşembe

ATSIZ OKUMAK


Bu aralar yine ve yeniden bir Hüseyin Nihal Atsız okuma aşkı sardı dört bir tarafımı. Evet malesef hala okumadığım kitapları,makaleleri mevcut. Hep söylerim babamdan dinlediğim ilk hikaye öyle sıradan çocuk masalları değil Kür Şad destanıdır diye. Dolayısıyla benim durumumda ki kişilerin Nihal Atsız ile tanışması çok uzun sürmüyor ve istisnalar çok az olmakla birlikte herkes Atsız okumaya "Bozkurtların Ölümü" ile başlıyor sonra diger dört roman çorap söküğü gibi geliyor. İşte sıkıntı da burada başlıyor genelde,Atsız'ın romanları bitince sıra makalelere geliyor,makalelerde deyim yerindeyse buram buram ideoloji koktuğu için genelde romanlar bitince Atsız okuma eylemi tamamlanıyor. İtiraf edeyim bende  romanlar bittiğinde bu gaflete düşenlerdendim ama şansım varmış ki bu ölü toprağını üzerimden çabucak atıp "Çanakkale'ye Yürüyüş" makalesiyle Atsız'ın engin fikir dünyasına giriş yaptım. Okuyanlar bilir Atsız öyle sıradan bir yazar değildir. Tabir yerindeyse migren ağrısı nasıl birden tutarsa işte aynı onun gibi birden Atsız okuma isteği sarar bedeninizi ve kendinizi en yakın kütüphane veya kitapçıya zor atarsınız. Işte bende bu istek bir hafta önce başladı ve hemen üniversitenin kütüphanesine gidip "Türk Ülküsü" kitabını aldım. Öyle geliyor ki bu Atsız okuma isteği bir ay kadar sürecek:)
Her zaman dediğim gibi ATSIZ OKUMAK BİR KÜLTÜRDÜR.